12 Aralık 2025 Cuma

Bir Cuma Daha

                Geçen cuma işten çıktığımız gibi memlekete gittik. Yolumuzun üzerinde İstanbul olunca köprülerden geçtik, yoğun trafikte ağır ağır ilerledik, arabalı vapura bindik, sinir ve uyuşmuş bir bedenle nihayet annemlere ulaştık. Aynı şekilde dönüşümüz oldu hatta dönüş tam beş buçuk saat sürdü çünkü İstanbul içinden geçince böyle olması kaçınılmazdı. Yolda olmayı sevmiyorum, çok gergin oluyorum. Devamlı eşimi frenliyorum -ki adamcağız hiç hız yapmaz- ama benim fobilerim bitmez. Yoldayken çok bunalıma giriyorum. 

Şükür kazasız belasız ulaştık iki tarafa da. Ama yollar inanılmaz dolu. Kuzey Marmara otoyolundan gitmeyince çok yoruluyoruz. 


                Cuma gecesinden itibaren annemlerde iki gün boyunca çalıştım. Çünkü annem vertigo ve tansiyondan ev işlerini yapamamıştı. Bende iki gün boyunca cam silme, tüm dolaplar iç dış temizlik, silme süpürme aklınıza ne geldiyse yapmaya çalıştım. Bu sırada 5 kişiye yemek, kahvaltı derken Allahım ne yoruldum.
Tabi ki aileyle olmak, beraberce bir sofranın etrafında toplanmak, hasret gidermek büyük lütuf. Kız evlatların kaderi de hep temizlik, bakımdır ne yapalım.



                   Kocaeli'nde hala sonbahar sürüyor. Tekirdağ daha soğuk olduğundan tüm ağaçlar yaprak döktü ve çıplak kaldı.
Ama memlekette ağaçlar neredeyse yaprak dolu. Hele bahçem bakımsız ve kimsesiz olmasına rağmen meyveler coşmuş, bitkiler canlı. 


Son kabak bile duruyordu dalında.
Mandalina ve portakallar olmuş, kumkuatlar dolup taşmış dallarda. Tabi ki her yeri ot sarmış ama yapacak bir şey yok. Kısmet olursa yaza el atacağım ama yaz sıcağında da yapacak fazla bir şey yok. Yine sonbaharı bekleyeceğiz.




                        Ne yazık ki eski mahalleme gidince çok üzüldüm. Kızımın doğduğu ve ev alana kadar bir kaç sene oturduğumuz iki katlı ev yıkılmış. Mahallede müstakil ev kalmadı, yerine 4-5 katlı apartman yapılacak. Biz otururken bahçesinde dut ve erik ağacı vardı, duvarlarını morsalkım sarmış, şimşirli yoldan eve girerdik. 
Ama artık yeri bomboş. Öyle kötü oldum, canım sıkıldı ki. 



                                 Neyse bizim oralardan haberleri erkek kardeşimin evinden görüntülerle bitireyim. Evinden demeyeyim de odasından görüntü. Aslında eşi çok süslü şeyleri sevmez ama erkek kardeşim hayatını keyifli hale getirecek şeyleri yapar. Bunlardan biri de odasına yeni yıl ruhunu getirmek oluyor her sene. Paylaştığı hikâyelerden yeni yeni mumlar, ışıltılar aldığını anladım. Bu gidişimizde kızımda dayısında vakit geçirdi hep. Böyle güzel oda da kim oturmak istemez ki.. 




           Bu hafta izlediğim Lurker filmi  çok güzeldi. Günümüzde ki görüntü, medya, popülerlik, gençlerde ki kimlik arayışları gibi konuları baz alarak harika bir oyunculuk harika bir kurguyla sıkı bir film izlemiş oldum. 
İkinci film bir fransız filmi; La Diable Probablement.. R.Bresson kendisine 1983 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü kazandıran bu filmde Charles adında ki gencin çevre, dünya meseleleri, iklim krizi, yaşamın anlamına dair bunalımlar yüzünden düştüğü bunalımı ve intiharı seçmesini anlatıyor. Bresson'un diğer filmleri gibi çok etkili olmasa da eleştirel bir film. Kafayı bende bu tarz konulara çok taktığım için çocukcağızı çok iyi anladım ve ona üzüldüm.



Yakup Kadri Yaban'da şöyle der;

                      '' Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini dört gözle beklerim. Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım anın ağır sıkıntısını unuttuğum tek saattir. O vakit bu çıplak ve yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı bir âlemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş mahlûkları ile dolmağa başlar.''

Benim için de yorucu bir iş zamanından sonra battaniyemi ve kitabımı aldığım andır. Yaşadığım günlerin sıkıntısını kütüphaneye giderek, kitap seçip eve dömdüğümde hemen okumaya başlayarak üzerimden atarım. Bu hafta boyunca Ali Ural kitapları okudum. Omum edebi lezzet veren anlatımını seviyorum. 



Okulda renkli saatler...



Benim hayatım renk zaten..




Kareden adamlar bizim sınıftan...

               Bu haftayı bitirirken Sâmiha Ayverdi'nin nasihatine kulak verelim derim. Okuduğumda not almıştım, ara ara döner okurum. 


''Merkez Efendi Câmii’nde cuma vaazı veriliyordu. Hoparlörle sesi dışarı vermişler. Şunu dinleyeyim dedim, ne var, ne söylüyor adamcağız. Dinledim. Aaa öldükten sonra kemikler birbiriyle nasıl vedalaşırmış. Adam nerede, biz nerede? Canım bırak, şimdi onlar nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın; sen bugün ne münâsebet kuruyorsun etrâfınla? Bir kere dünya münâsebetini hallet, insanlığını doğrult, kaç adım attın insan olmak için, nasıl bir cehd u gayret gösteriyorsun? Sen temiz ahlâkla, yüz akıyla git de nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın.''





5 Aralık 2025 Cuma

İlk Aralık Cuması

 

                       Aralık ayı başladı. Eylül, ekim, kasım derken kışa geldik ve bu beni çok mutlu ediyor. Olduğum durumdan mutlu ve huzurlu olmaya bakıyorum çünkü doktor hayat tarzını değiştir dedi. Tuz yasak, haftada üç gün yürüyüş mutlaka, unlu yiyecekler azaltılmalı ve en önemlisi stres faktörü. Zaten hayat tarzım böyleydi, dahiliyeci doktor oturup niye böyle diye dert dinlemez . Olması gerekenleri saydı ve ilaçsız tansiyonu düşürmeye bakacağız çünkü sınırda. 

Bende oturup kendimi mercek altına aldım beni neler böylesine strese soktu diye. Sonuçta yaş elliye vardı, yılların yorgunluğu var cepte ve o gençlik enerjisi gerçekten de azaldı. Büyük değiştirilemeyecek faktörler var, bunları zamana bırakıp sabırla beklemem  lazım. Oyüzden küçük zaman aralıklarına böldüm mesela aralık ayı bitecek ve yılın yarısına geleceğim diye bir hedefim var. Böyle böyle varmak istediğim zamana ulaşacağım umudu oluşuyor. İçinde bulunduğum zamanın beni olumlu etkilemesini istediğim için olumlu düşünüp iş sonrası üç beş dakika meditasyon yapıp zihnimi sakinleştirmeye başladım. 


Okulum tam hayal ettiğim gibi. Baksanıza tam köy okulu. Tek katlı ve sadece anasınıfına ait. Karşıda ilkokul binası var iki katlı ve ben onlardan bağımsızım. Bahçemizde iki tane kocaman meşe ağacı var. İlk gördüğümde nasıl sevindim anlatamam. Şu sıralar yapraklarını döktü ve kargaların istilasında. Pencere kenarına masamı koydum, perdeler daima açık onları izliyorum hep. Çocuklar bile çok iyi gözlemci oldular, neler yaptıklarını ayrıntılı anlatıyorlar birbirlerine. Bahçede devamlı bulunan köpek ve kediler var, böylesine hayvan dostu bir okul olmamız büyük şans.. 



                        Köye gelince arabamı park edip inince ilk gördüğüm bu sıra sıra serviler. Sonra yürüyerek okulun karşısında ki fırından ekmeğimi alıyorum. Ve günlük işlere başlıyorum sınıfa girerek. Bu hafta içinde mesela öyle soğuktu ki derecenin eksi 1 olduğunu gördüm. 



                                       Sınıf ortamı da aynı evim gibi önemli benim için. Bu yüzden bir sene kalacağım zaten bu okulda aman banane demeden gelir gelmez boya badana, malzeme alımı gibi bir çok şeyle uğraştım.  Belki de bu kadar mükemmel olmasını istemem yüzünden böyle oldu, yorgunluk daha da arttı. Çünkü 12 yıldır çalıştığım okulumda uğraşarak hizaya getirdiğim sınıfı bırakıp bir bilinmeze geldim ve sil baştan başladım. Ve şöyle bir şey var arkadaşlar gençlikte kolaymış bu işler..
Son zamanlarda haberlerde gördüğüm çocukların birbirine zorbalığı ve lise çocukların yaşlı öğretmenlerine yaptıkları beni derinden üzdü. Zaten son yıllarda 5-6 yaş grubunda dahi çok farklılaşma ve olumsuz davranışlar görüyorum. Sınıfımda bile bu olaylar oluyor ve bunu çözmek için çok uğraşıyorum. Ailelerde çok yanlış tutumlara tanık oluyorum.
Belki de bunlar beni artık çok fazla etkilemeye başladı diye düşünüyorum. Elimden geleni yapmak için çabalarken psikolojim bozulmaya başladı.
Her okuduğum haberde her izlediğim videoda ağır darbeler aldığımı hissediyorum.


                  
                        Okul çıkışı eve geliyorum. Dediğim gibi biraz zihin dinlendirme çalışmaları, ev işleri derken sokağa çıkıp yürüyecek rotalar bulmaya çalışıyorum. Çerkezköy çok kalabalık bir şehir ve araba sesinden inşaat gürültüsünden dışarı çıkmak istemiyorum. Ama yine de yürümem lazım deyip devamlı kazılan yollarda atlaya zıplaya yürümeye çalışıyorum.
Akşam üzeri evlerin arasından kaybolan güneşin ışıklarını görüyorum  neyse ki gökyüzü insanı yalnız bırakmıyor.


                   Pencere önü yaptım bu eve taşınır taşınmaz. Çünkü yere kadar inen camlı bir evim olmadı şimdiye kadar. Bağevinde var ama orada da oturamıyoruz ki henüz. Dışarısının çoraklığını kesen saksı bitkilerimi koydum ve bu bile kendime ait bir dünya oluşturmama yetti. Eve dönmeyi çok seviyorum, işimi de bitirdiysem hemen kitabımı , işimi alıp geçiyorum köşeme. 
Herkesin bir köşesi vardır değil mi evinde..Devamlı oturulan koltuklar, kanepeler aile bireyleri arasında sessiz bir sözleşmeyle paylaşılmıştır. Benimde yeşil koltuğum, battaniyem ve önümde sehpam mutlaka aynı yerde durur. 
Bu hafta Ali Ural'ın Güneşimin Önünden Çekil kitabını okudum hatta yeniden okudum çünkü daha önce okuduğumu anımsadım. Yine de bırakmadım. Edebi diliyle bir çok ünlü ve önemli insanı kısa kısa okumak güzeldi.




        Hafta boyunca izlediğim filmlerden bahsedeyim. Mindwalk 1990 yapımı bir film.  Bir fizikçi, bir politikacı ve bir şairin Fransa'nın turistlik Mont Saint Michel'de ki karşılaşmalarıyla başlayarak uzun uzun konuşmalarla devam ediyor. Böyle diyaloglu ve düşündüren filmleri çok seviyorum. Ama biraz yorucu da oluyor çünkü bir taraftan da ne dediklerini düşünürken baya bir efor harcıyorsunuz. 

Train Dreams yeni bir film. Yönetmen Paul Dano'un Wildlife filminden sonraki ikinci uzun filmi. Yüksek tempolu bir film değil aksine olağan hayatlara şahit oluyor, yavaş yavaş ilerliyor, bu dünyada yaşayan bir yaşama şahit oluyor. 1900lerde bir tren yapımında oduncu olarak çalışan Robert'in hayat mücadelesine şahit oluyoruz. Güzel zamanların nasıl kötüye dönüp yaşam mücadelesinde ki bu adamın nasıl yalnızlaştığını ve kendini soyutladığını izliyoruz. Benim sevdiğim tarz yani bol aksiyon gizemli olaylar değil de yavaş tempoda geçen bir hayatın doğayla bütünleşerek anlatılması. 

Önüme düşen Mc Cabe ve Mrs Miller filmi de bir Robert Altman western filmi. Cohen şarkıları eşliğinde süren filmde anti vahşi batı tarzında film izliyorsunuz. 

Les rendez-vous d’Anna (Anna’nın Buluşmaları, 1978) filminde Chantal Akerman’ın otobiyografik etkileri bu kez yarattığı Anna karakterinde görülmekte. Filmin konusu bir film yönetmeni olan Anna Silver’ın son filminin gösterimi için gittiği Köln, Brüksel ve Paris hattında seyahat ederken tanıdığı ya da tanımadığı kişiler ile ilişkilerini anlatıyor. Bana Akerman'ın feministliği cinsel özgürlükle canını istediğini yapmaya çalışması sonucu daha da mutsuzlaşan bir kadın izlenimi verdi.



                     Bizim mahalleye yakın bir koruluk var aslında ıssız değil devamlı arabalar gidip geliyor. Bizde biraz yürüyelim dedik ama 100 metre gitmedik köpekler sardı etrafımızı. Valla ben köpekten korkan insanım. Hemen rotayı eve çeviriyoruz. Gel de sinir olma, ağaçlı bir yol bulduk iki yüz metre, onda da yürümeden dön.
Bu haftalık bu kadar . Mutlu hafta sonları herkese!




3 Aralık 2025 Çarşamba

BRASOV

                  Romanya gezimizde üçüncü rotamız Braşov şehri oldu. Bu şehre de trenle gelip daha önceden ayarladığımız bir apart daireye geçtik. Tren garı çevresinde olmasına dikkat ettiğimizden ulaşımı çok kolay oldu. Gardan çıkar çıkmaz üç yüz metre gibi yürüyerek  apartmanı bulduk.  Fotoğrafta görülen bu apartmanın ikinci katında küçük bir daire ama içinde her şeyi vardı. Çamaşır makinesi bu aşamada çok önemli oluyor çünkü geziye az eşya az bavulla devam ediyorsunuz. Çamaşırları makinede yıkayıp asıp hemen kendimizi sokağa atıyoruz. Hava serin ama güneşli. Şehir merkezi 2 km gibi gözüküyor. Uber ve Bolt var hatta fiyatlar çok uygun. O olmazsa merkeze giden otobüsler vızır vızır. Bu şehir diğer gördüğümüz iki yerden daha büyük ve kalabalık.

              Ama biz her zaman yürümeyi seçiyoruz çünkü bu sırada her yeri daha ayrıntılı görüyoruz. Yavaş yavaş merkeze doğru yola çıkıyoruz.


                          Braşov Transilvanya'nın kalbi. Tarihi 12. yüzyıla kadar uzanan Alman kolonileriyle ticaret şehri olmuş. Almanların varlığıyla çok gelişmiş ama 2. Dünya savaşıyla Almanların göçü gerçekleşmiş.1989 devrimiyle Alman nüfus önemli ölçüde azalmış. Alman, Macar ve Rumen halklarıyla metropol bir şehirmiş. Bu yüzden de şehirde üç dilde tabelalar bulunuyor.





Merkeze giderken bu apartmanlar dikkatimizi çekti. Sanki Brutalism simgesi hepsi.




                              
                    Strada Republicii yani büyük halk meydanı geldiğimiz nokta. Sadece yayalara açık cadde de bir çok şehirde olduğu gibi restoranlar, kafeler, dükkanlar bulunuyor. Kırmızı çatılı evleriyle Alman mimarisinden izler taşıyan sokaklar, tarihi yapılar, kafeler burada bol bulunuyor.
                    Piata Sfatului yani Şehir meydanı merkezde.  Burası Ortaçağ’da cadı avı olduğu dönemde birçok kadının yakılarak öldürüldüğü yer olarak biliniyor. 


                                  Meydanda ki kafelerde insanlar güneşin tadını çıkarıyordu. Ee bizde eksik kalamazdık, şu huzuru öyle özlemişim ki. Etrafta dolu insan olmasına rağmen nasıl sessiz insanlar, nasıl huzurla oturuyor! Niye bizde bu olmuyor..
Papanaşi tatlısını denemiştik başka bir tatlı ve kahveyle güneşe yüzümüzü döndük ve saatlerce oturduk. 

                 Meydanın ortasındaki bina Meclis Binasıymış. Binanın “Trompet Kulesi” adındaki kulesi 1420 yılında yapılmış. Kuleden şehir tehlikede olduğu zaman trompet çalınır ve şehir uyarılırmış. Orijinal kuleden eski zamanda çıkan bir yangın nedeni ile eser kalmamış 58 m yüksekliğindeki yeni kule rönesans etkisinde yeniden yapılmış. 


                               Strada Sforii  denen turistlik yer yaklaşık 1.2 metre genişliğiyle Avrupa’nın en dar sokaklarından biriymiş. Burası eski yıllarda itfaiyeciler tarafından kullanılıyormuş. en geniş kısmı 135 cm  ve en dar kısmı sadece 111 cm. Bizde bir turist olarak geçtik tabi ki bu geçitten :)




                  En sevdiğim çikolatayı ve dondurmayı bulmanın sevinciyle biraz avm gezdik, ee bir genç kızınız varsa isteklerini aramak zorundasınız :)

Her sokağa giriyoruz çıkıyoruz ve güzel tarihi binalar görüyoruz.





              Brasov’un en önemli yapısı olan “Black Church” Viyana'dan sonra en büyük Gotik Kiliseymiş. Saldırılar ve yangınlar nedeni ile defalarca yeniden yapılmış.  “Black Church” Avrupa’nın en zengin Anadolu halı koleksiyonuna sahipmiş. 118 halı varmış ve Kilisenin özel filtreli camları ile güneşten korunmaktaymış
. Brasov’da “Black Tower” ve “White Tower” adında iki adet gözetleme kulesi var. Türk ve Tartar akınlarını gözlemek amacı ile yapılan bu kulelerin “Black Tower” isminde olanı “Starja tepesi” üzerine kurulu. 



İki gün kaldığımız evde de keyif yapmayı ihmal etmedik.




                            Brasov bölgesine yakınında Bran'da yer alan “Dracula’s Castle” (Bran Castle) yani “Kont Dracula Şatosu”  bulunuyor. Şatonun tarihi 14. yüzyıla uzanıyor . Türk – Tatar akınlarından korunmak amacı ile yapılan surlarla bir bütün. 
Buraya gitmek için Braşov'dan otobüsler kalkıyor. 

Bu gezimizin videosu da hazır..



Bir Cuma Daha

                Geçen cuma işten çıktığımız gibi memlekete gittik. Yolumuzun üzerinde İstanbul olunca köprülerden geçtik, yoğun trafikte ağ...